Ekonomi Notları – 125
Ömer Madra: Bugün biraz değişik bir şey yapacağız, siyaset yaşamına bir iktisatçı bakışıyla bakacağız.
Hasan Ersel: Biraz şaka ile karışık bir sunum. CHP'in 13. kurultayını izlemeye çalıştım. Söylemek gereksiz herhalde sonunda sadece canım sıkıldı. Canım sıkıldı ve sıkıldım, sıkılınca da zihnim başka yerlere gidiyor.
Siyaset dediğimiz bir hizmet sunma olayı değil mi? Yani topluma bir hizmet sunuyorsunuz. İktisatta hizmetler de mal gibi göründüğüne göre, bir mal var sunuluyor, onun piyasası var, alıcısı var, satıcısı var. İşte bu "siyaset malı" piyasasına bakayım dedim, nasıl çalışıyor?
ÖM: Bir piyasa modeli gibi bakmak.
HE: Evet. Birisi bir mal sunuyor, birileri de alıyor. Yalnız burada bir fark var. Bu mal parayla alınmıyor, karşılığı oy. Siyaset malını satmak ne demek? Bana o fikri kabul ettirmek demek, o fikrin karşılığında benim ona verebileceğim de oydur. Mekanizma böyle çalışıyor.
Nasıl bir piyasa bu? Bize demişlerdi ki bir tam rekabetçi bir piyasa var, burada sonsuz sayıda satıcı, alıcı var. Bu soyut bir durumu betimliyor. Pek gerçekçi değil. Siyaset malı piyasası da tam rekabetçi bir piyasa değil. Bu piyasada bu malı sunanlar firmalar halinde örgütleniyorlar. Bu firmalara da "siyasal parti" deniyor. Siyasi parti sayısı da çok fazla değil, ama yine de epeyce olabiliyor. Böyle olunca, ders kitaplarında böyle bir piyasanın karşılığı "oligopol" (az satıcılı piyasa).
ÖM: Eksik rekabet.
HE: Eksik rekabet var. Ama epeyce firma var, onlar kendi aralarında yarışıyorlar. Bizim günlük anlamda rekabet dediğimiz olay oligopolde olur, karşınızdaki ne yapacak diye dikkat ederseniz, ona göre strateji yürütürsünüz, sizin yaptığınızdan karşı taraf etkilenir. Bu partiler arası ilişkilere de uygulanabilir. Oligopol piyasasının bir özelliği daha vardır, buraya girmek zordur, çünkü oraya daha evvel girmiş olanlar başkasının girmesini engellemeye çalışırlar, güçleri yettiği ölçüde. Siyaset alanında da bu var, hem siyasi partiler pek rakip çıkmasın oylar bize gelsin diye çalışırlar, hem de mevzuat var. Oy barajından söz ediyorum. Bu oy barajını uç noktaya getirirseniz oligopol piyasası Türkiye'de olduğu gibi duopol olur, yani iki satıcılı piyasa.
Tabii fiili durumdan söz ediyorum. Yasal olarak kurulmuş çok parti var ama kamuoyunu etkileyebilme gücü olan sadece iki tane. Bunlardan bir tanesi de hafta sonu canımı sıkan. Çünkü bu partinin kongresinden benim anladığım kadarıyla orada iki insan var, birbirlerini sevmiyorlar. Ben neden birbirlerini sevmediklerini bilmiyorum, onlar da zaten benimle, bizlerle ilgili değiller. Hatta bir tanesi sonradan açıkça söyledi, "fırsat olmadı henüz sizinle ilgilenemedik bundan sonra inşallah ilgileneceğiz" dedi. Demek ki bizim siyaset malı piyasasındaki firmalardan bir tanesi aslında yok gibi. Bizimle ilgilenmiyor, bize mal satmak için uğraşmıyor. Yani bizim siyaset malı piyasamızda iki satıcı var görünse bile aslında tek satıcı var....
ÖM: Yani tekel?
HE: Evet. Bu durum eğer başka bir mal ya da hizmet piyasasında olsaydı Rekabet Kurumu müdahale ederdi. Değil mi? Söylenenlerden yola çıkıyorum, iktisata çeviriyorum yazıyorum, başka bir şey yapmıyorum, aslında.
Biraz daha devam edelim, siyasi partilerin amacı firmalara benzetilebilir diye düşünüyorum. Firmalar kârlarını en yüksek düzeye çıkarmaya çalışırlar, siyasi partilerin amacı da aynı aslında. Biraz siyaset kuramına gönderme yapayım; Anthony Downs isminde bir Amerikalı siyaset bilimci var. 1957'de yayımlanan kitabında siyasal partilerin amacını oy alıp iktidara gelmek olarak tanımlamış. Daha sonra başka bir Amerikalı siyasetbilimci Donald Wittman 1973'de yayımlanan bir makalesinde biraz değişiklik getirmiş bu modele. O da diyor ki, siyasi partiler "kendi fikirlerini iktidara taşımak üzere" aldıkları oyu en yüksek düzeye çıkarmaya çalışırlar. Fark şurada, bir liberal parti oy alacağım diye fikirlerini değiştirip yarı-sosyal demokrat olmaz. Ufak tefek değişiklikler olur tabii ama kendi çizgisinde gider, kendi çizgisinin oy toplamasına çalışır. Ama sonuçta "partilerin amaçları, oylarını en yüksek düzeye çıkartmaktır" dersek yanlış olmaz.
Wittman modeli açısından bakıldığında siyasi arenada şu ortaya çıkıyor: görüşleri benzer partiler de kendi aralarında rekabet ediyorlar. Liberal görüşlü insanlar durup dururken başka görüşte olan bir partiye oy vermeyecekleri için başka görüşte olan bir parti de öncelikle onların oylarını almaya çalışmaz. Önce kendisine yakın görüşteki insanların oylarını alabilmek için eğilimi kendisine benzeyen partilerle rekabete girer. Sosyal demokrat partiler arasında bir rekabet vardır, liberal partiler arasında da. Dolayısıyla bu piyasa "bölüntülenmiş" bir piyasa, yani 70 milyonun içinden çıkan seçmenlerin tümü bir piyasa oluşturmuyor. Bazıları sosyal demokrat piyasadaki alıcılar, bazıları da liberal piyasanın müşterileri. Tabii tüm siyaset malı piyasası oligopol olunca bu alt piyasalar da oligopol.
Hatta bazen bu piyasalarda tekel olur. Bizim memleketin siyasal yaşamında çok popülerdir bu tekel olmaya çalışmak durumu. Oysa iktisadi yaşamda tekel kurmak kötü bir şeydir. Bilmemne üreticileri karteli kurarsanız Rekabet Kurumu müdahale eder, rekabeti engelliyor diye. Siyasette ise kınanmıyor bile.
ÖM: Hatta teşvik bile ediliyor değil mi?
HE: Evet, "filan siyasal görüşte birlik oluşturulması" fikri ortaya atılıyor ve övgü topluyor. Neyse ki bu tekel kurma heveslerinden uzun süreli zarar görmedik. Şimdiye kadar kimse bu birlik kurma hevesini gerçekleştiremedi, ya da gerçekleştirdiyse bile kısa ömürlü oldu. Ama altını bir kez daha çizeyim: Sorun rekabetin engellenmesi.
Partilerle şirketleri benzetme yolunda biraz daha devam edelim. Şirketlerin ortakları var ve onların genel kurulları var. Hissedarlar kurulları deniyor. Hissedarların her birisinin şirketin nasıl yönetileceği konusunda farklı görüşü olabilir, olması da beklenir. Bu fikirler hissedarlar kurulunda oylanır. Kazanan fikir şirketin yönetimine hakim olur. Burada bir noktaya açıklık getirmek gerekiyor. Hissedarlar ana çizgide aynı fikirdedirler. Şirket ne iş yapıyorsa onu yapmaya devam edecektir. Ancak, bunun nasıl yapılacağı konusunda fikir çeşitlenmesi vardır. Yani şirket beyaz eşya üretiyorsa beyaz eşya üretecektir de, şöyle mi yapalım, böyle mi yapalım gibi çeşitlendirmelerden doğan farklılıklar söz konusudur.
Buna iktisatta karşılık gelen piyasa tipi ise tekelci rekabettir. Tekelci rekabet piyasasının özelliği şudur, aşağı yukarı aynı mal üretilir, ufak tefek isim farklılıkları, vs. vardır, piyasaya giriş çıkış serbesttir. Bunun için tipik bir örnek, İstanbul'daki balık lokantalarıdır. Bunların hepsi balık lokantası ama her birisi "ben balığı filan şekilde yaparım, ustam şöyledir, bizim manzaramız daha iyidir" gibi çeşni katar işin içine. Öte yandan belediyenin kurallarına uyan herkes de balık lokantası açabilir. Yani bu piyasaya giriş serbesttir. Şirketlerin genel kurulları da böyledir, her hissedar kalkıp fikrini söyler "yahu, böyle değil de şöyle yapalım" deme hakkına sahiptir.
Buna partilerde tekabül eden şey de delegeler. Onların kongrelerde fikir beyan etmesi lazım. Burada bir fark var, hissedarlar sermayedeki ağırlıkları kadar oy hakkına sahipler, siyasi partilerde ise her kişinin bir oyu var.
Peki siyasal partilerin genel kurulları tekelci rekabet piyasası gibi mi çalışıyor? CHP kurultayında olup bitenlere bakınca, bir büyük siyasimizin sözü aklıma geliyor: "hadi canım sen de!"
Sonuçta şu ortaya çıkıyor. Siyasi yapımızı bir piyasa gibi düşündüğümüzde her noktasında olabilecek en az rekabetçi piyasa modelinin seçilmiş olduğu ortaya çıkıyor. Neyse ki tekel olamıyor, çünkü siyasi partiler kanunu var, anayasa var. Oligopol olması isteniyor, onu da duopole getirmişiz. Parti içinde tekelci rekabet olması bekleniyor. Onun da tekel kısmı çalışıyor ya da daha garip bir şeyler oluyor.
Demokrasinin temelinde siyasal rekabet yatıyor deniyordu. Pek öyle görünmüyor ama...
ÖM: Bu analojiye devam edecek olursak, CHP'ye Rekabet Kurumu mu müdahale edecek, yoksa doğrudan iflas masasına mı gidilecek?
HE: İşin ilginç tarafı, bu alanın Rekabet Kurumu da yok. Mevzuatın değişmesi gerekiyor. Kabaca baktığınız zaman bir parti içerisinde ille de çok ses çıksın diyen bir mevzuat yok, tam tersine partilerde mekanizmanın pek de demokratik çalışmamasını sağlayan bir mevzuatımız var. Dolayısıyla bir kamu otoritesi, kalkıp da bir partiye müdahale etse, gerçekten mevzuata aykırı bir biçimde müdahale etmiş olacak. Mevzuatın değişmesi gerekiyor. Bana sorarsanız, siyasal mekanizmamız, pek de iyi çalışmıyor diye eleştirdiğimiz piyasa mekanizmamızdan daha kötü çalışıyor...
ÖM: Hukuki çerçeve açısından da çok kötü tabii. Hukuk sistemi de çalışmıyor. Bir de enteresan tartışma da var; vakıf olarak ele almak gerektiğini söylemiş lider adaylarından bir tanesi. Ama bunun da disiplin suçu olabileceğini söyleyen de bir yönetici var.
HE: Onu ben de okudum ama vakıf hukuku daha da karışık, onu bilmiyorum. Bir de, o fikri okuduğumda, bu çalışmayı zaten bitirmiştim.
ÖM: Son derece değişik ve hiç alışılmamış bir bakış, sırf piyasa modeli açısından da, ekonomik açıdan da bakıldığı zaman parlak görünmüyor manzara.
(3 Şubat 2005 tarihinde Açık Radyo'da yayınlanmıştır.)